24 Ocak 2011 Pazartesi

öptüm.

keşke öpmeseydim…

Neler öğrendiğimizi konuşmuştuk hayatta. Başka türlü şeyler isteyip, öğrendiğimiz doğru neyse onu yapmıştık. Öğrenmek, o kadar da güzel değildi. Bazen güzeldi. Keşke öğrendiğimiz gibi değil hissedebildiğimiz gibi davranabilseydik falan filan…

Sonra; ben huzurlu olmayı mutlu olmaya tercih ediyorum dedi. O, bunu öğrenmişti. Benimle mutlu olmuştu ama huzurlu değildi. Ben böyle anladım en azından. Huzursuz olduğu için benden vazgeçmişti, huzursuz olduğu için beni sevmeyi bırakmıştı, huzursuz olduğu için benim başka biriyle mutlu olmamı isterdi ve benim mutlu olmamdan mutlu olurdu. O huzur dedikçe, benim huzurdan nasıl da nefret ettiğimi hatırladım. Senelerce aramızda sadece huzur olan bir sevgilim olmuştu ve ben öğrenmiştim; huzur, benim aradığım şey değildi. Ben onu huzursuz severdim, düz. Elimi, ayağımı bir yere çarpmama kızar, bütün sinirimi ondan alırdım. Kıskanıp kavga çıkararak severdim, “ya sen beni artık sevmiyorsun” diye ağlayarak severdim, gözümü açtığımda hemen aklıma gelip gülümseyerek uyandığım için severdim.

Of. Yazması bile yorucu.

İkimizinde öğrendiği pratikler farklıydı neticede. O artık beni sevmemeyi tercih etmiş, bunu öğrenmişti ama ben onun beni sevmemesini öğrenememiştim. Hem neden öğrenecekmişim ki? Herhangi bir tercih hakkım olsa, öğrenmemeyi tercih ederdim yani. Ben onun beni sevmesini biliyordum. Çok sevdiğiniz bir insanın sizi sevmesi ikramiyedir. Benim için de öyleydi ve bundan gayet memnundum. Şimdi sil baştan sevilmemeyi öğrenmek, isteyeceğim son şeydi illaki fakat, öğrenmem lazımdı. Beni seviyormuş gibi daha fazla davranamazdım. Samimiyetsizliğimizi anlamamak gittikçe zorlaşıyordu. “Seni aramazsam sevmediğim için değil, bil bunu” diyordum, o da “ben seni ararım hep, böyle konuşma” diyordu. Fakat biliyordum ki onu arayan hep ben olucam, o ise beş cevapsız çağrıya geri dönen sevdiğim adam olarak kalacak.

İçimdeki belki öyle değildir tuşuna basılmış, hissettiklerimi sorguluyordum. Belki de bu kadar vahim değilizdir, değişebilir, atlatırız diyordum. Öğrenmeme gerek kalmaz, geçer diyordum. Onunla uyanmamayı, her buluştuktan sonra vedalaşmayı, elimi kolumu nereye koyacağımı bilememeyi, telefonumun günde elli kere çalmayacağını öğrenmeye bilirdim diyordum.

Diyordum da…

öptüm onu.

keşke öpmeseydim.

Bitmiş.

Bitmeseydi iyiymiş.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

benden haysiyetli şeyler beklemeyin.

Gözlerimi açıp tavanı seyrettim… Mor duvarlar. Mor duvar ne amına koyayım dedim kendi kendime. Bilmeyen marjinallikten sanar, halbuki tembellikten o renk duvarlar. Ev sahibi nasıl bir kafadaysa, yatak odasının duvarlarını mor boyamış. E hepimiz tembellikte dünya markası olduğumuza göre, biri sinir krizi geçirip bir badanacı çağırmadan ya da ben yapıcam ulan demeden değişmeyecek o renk, mora mahkum.

Sonra, rutubetten duvarları sürekli yeşile çalan bir bodrum katı düşündüm. Seneler geçmişti. Onu en çok o evde sevmiştim ve o evde bırakmıştım sevmeyi. O bodrum katını müteakip bir kaç tane daha ev değiştirdik. Ben, sevgimde hep o bodrum katı etkisini gösterme pozlarındaydım.

Bana aşık olmayan bir çocuğa aşıktım. O bodrum katında bir gün uyandım. Tavana diktim gözümü her zamanki gibi. Kafamı çevirdiğimde aşık olduğum çocuğu göreyim dedim, o olsun yanımda. Yoktu. Gözümü kapayıp tekrar denemeye karar verdim. Sımsıkı kapadım ve saydım 1..2..3! Gene yoktu. Kötü bir rüya görmenin acısıyla uyanır ya insan bazen, öyle olmuştu. Aşık değilim diyordum ama çok seviyorum sevgilimi. Baktım baktım… Birden kendime çok kızdım. Birden sevgilimi sevmediğimi, birden götüme gireni başkasının götüne sokup; yanında olduğum için de vicdanımı rahatlattığımı düşündüm. Aslında bunu hep biliyordum da itiraf etmiştim işte.

Bunu kendime itiraf ettikten sonra İstanbul’da başka evlerimiz oldu. Ne için yaptığımı bilmeden herkesin sınırlarını zorluyordum. Yalan kulelerim vardı ve artık birer birer yıkılmaya başlamıştı. Bodrum katındaki itiraftan sonra hayatımı sikmiştim ve o kadar acımasızdım ki başka bir hayat sikmek hiç gücüme gitmiyordu. Geçer, kapanır bu yara denemeleri dönüp dolaşıp benim götümde patlıyordu ve sevgilimin bunların hiçbirinin farkında olmaması sinirlerimi iyice bozmuştu.

O bodrum katından mor duvarlı eve geçene kadar maddi ve manevi olarakta devrim geçirmiştik. İtiraftan önceki o mutlu zamanlarda dondurma almaya paramız çıkmadığı için ağlarken, sonrasında her pms, her regl döneminde eve kilolarca dondurma geliyor; o canım bodrum katının kirasını haftasonu dışarı çıktığımızda harcayıveriyorduk. Anladık ki parayla saadet olmuyormuş yani ben anlıyordum da patates kafalı sevgilim için her şey normaldi. Gerizekalı kardeşi de normaldi, anormal anası da normaldi, ben de normaldim. Profesyonel fingirdeme hayatımın mihenk taşı olduğunun bile hala farkında değildir. Romantizmi “nabıyon be” mesajı olan bir adamdan da bir Romeo, bir Ferhat, bir Kerem yaratmak ergenden hallice bir genç kız rüyasıydı ve yıllar çok acımasız geçmişti. 15 yaş hastalıklı bir hayal kırıklığı yaşamak için erken bir yaştı ve malesef yaşanmıştı. Dolayısıyla ben bir ilişki sürdürebilirim olgunluğu ergenliğim bitmişti. Yüzüne her baktığımda bir tokat yapıştırıp “halimi görmüyor musun embesil pezevenk” demek ile “ben seni 3 ayda bir düzenli olarak aldatıyorum, vicdan azabından ölücem” itirafları arasında gelip gidiyordum. Günler, aylar, seneler içimi göçerterek geçti. Bir tarafta hayatımı siken bir orospu çocuğu bir tarafta ordan aldığım yaraları kapamama yardımcı olduğunu düşündüğüm, beni seven-e benim de sevdiğim- ama bilmeden içimi iyice çürüten sevgilim.

Gözlerim hala mor duvarlara bakıyordu. Mucize beklemeyi bırakmıştım ve kafamı çevirdiğimde kimi göreceğimi çok iyi biliyordum. Derin bir nefes aldım ve sevgilimi uyandırdım. Uyku sersemliğiyle yüzümün halini görmediği için, görse de anlamayacağı için hatta; bunu bir sabah seksi sinyali olarak algıladı. Son kez bir sevişsek mi diye düşünmedim değil ama artık olacak gibi değildi. Bıkkınlığım iki boy önden gidiyordu her şeyden. Durdurdum. “Ben artık seni sevmiyorum” dedim. Bunun karşılığı olarak “seversin seversin” i duydum.Yataktan artık o bodrum katında kalkmam gereken zamandaki gibi kalktım. Ufak çaplı bir sinir krizi ile. Şimdi gene neden hallendi bu bakışlarını gördükçe daha da sinirleniyordum.

” Seni sevmiyorum. Dün 18 yaşındaydım bugün birden üstünden 10 sene geçmiş. Seni sevmiyorum demekte istemiyorum haksızlık ederim, sevdim çünkü ama artık halamın oğlu gibi, iyi arkadaşımmışsın gibi ya da ne bileyim işte annemin oğluymuşsun gibi seviyorum be. Zaman nası bu kadar çabuk geçti, nasıl hiçbir şey olmadan, hiç bir ilerleme kaybetmeden geçti bilmiyorum. Sevişiyorduk falan, sevgilimdin iyiydi işte de nası sana hiç aşık olmadığımı anlamadın. Gözlerinin önünde günden güne mutsuz oldum, büyümek değildi o. Bile bile hata yapmanın psikolojisiydi. Seni istemedim. Hiç düşünmedin mi bunları yani? Bu işte bir yanlışlık var demedin mi? Ben kendimi salmam, hasarsız, kazasız belasız atlatırım diye düşünmüştüm seninle olursam. Evet aşktan değildi. Kendim içindi. Kendimi senden daha çok seviyordum sana acımasızlık ettim ama sende bana hiç acımadın. Ne yapıyoruz biz şimdi. Bu duvarlar, gerizekalı kapı önünde sevişen ama hala evin küçük kızı pozlarından kurtulmayan kardeşin, yastıklardan saç tellerimi toplayan annen. Normal mi bunlar? Napıyoruz oğlum biz. Bunlarla uğraştım ben. Embesil iş arkadaşlarını dert ettim kendime. İstemiyorum artık. Sevicem kendimi en baştan,tek başıma bu sefer. Olmadı işte böyle. Özür dilerim gerçekten özür dilerim senden. Senin de senelerin benimle geçti. Olmadı ama işte. Yapamadık daha da yapamıcam ben!!” dedim. Ağlardım normalde bunları söylerken ama o kadar çok provasını yapmıştım ki ağlama hakkım onlarla dolmuştu.

“senin sinirlerin bozulmuş” dedi. “bak böyle konuşma iyice benim sinirlerimi bozma, sinirlerim bozuk tabi ben sana ne anlatıyorum?” dedim. “evlenelim o zaman” dedi. Sesler artık uğultu halinde o pis mor duvarlara çarpıp geliyordu. Hecelere ayrılıyor, heceler ayrıştıkça tek başına zavallı harfler anlamsız oluyordu. Oda buğulanmıştı birden. Gözlerim doluydu ama akmıyordu ve göremiyordum. Üstümü başımı giyinmek için hamle yaptım ama uyuşturucu sonrası uçan filleri görüp onları yakalamaya çalışan embesil kız oluvermiştim. Ellerim hep boşa gidiyordu. Koduğumun göz yaşı ne akıyordu ne içeri kaçıyordu.

“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Sen de beni sevmiyorsun, sana ne anlatıyorum sen bana ne diyorsun.” dedim.

“Ben de senin sevdiğin gibi seviyorum seni işte, tek farkımız var sen alternatiflere açıksın ama ben değilim. Aşık olunca ne kadar süreceğini düşündün ki? Kuş mu konduruluyor aşık olunca. 10 sene aşkla mı geçecek sanıyordun? Hayat böyle yani, şimdi neden aşk krizine girdin anlamıyorum. Yaşın küçük, heyecan arıyorsun diye düşündüm hep tabi ki bir sıkıntın olduğunun farkındaydım. Söyleseydin, ne bileyim işte böyle sinir krizleri geçireceğine anlatsaydın. Hem karnım doysun hem pastam dursun olmuyor işte. Böyle şımarık kız sendromları geçiriyorsan hakkımı yeme benim de, demek ki sana iyi davranmışım hep ve bunları yaşama özgürlüğün olmuş!”

-Seni aldattım.

-Bilmek istemiyorum.

-Neden bilmek istemiyorsun? Bilsene sorsana!! Özür dilerim, gerçekten yapamıyorum daha fazla bitsin artık. Bana dokunmana tahammül edemiyorum daha ne kadar açık konuşayım??

- Off ne diyeyim ya, aldattıysan amına koyayım senin. Bilmek istemiyorum bu kadar basit. N’oldu? Özgürlüğü bir tek kendin kullanmak için mi istiyorsun? Ben seni hatalarınla sevebilirim. Şimdi sinirlerin bozuk, git kafanı dinle biraz sonra tekrar konuşalım. 10 sene geçmiş. Her şeye bilmediğimiz insanlarla en baştan başlayacak gücün var mı?

- Senin yok mu?

-Yok. Ben seni istiyorum.

-Al o zaman beni götüne sok. İstemiyorum ben. Kimseyi istemiyorum. Zaten benim istediğim de beni istemiyor madem hayat böyle, al böyle de hayat var.

-Evlen benimle.

-Eşek mi osurtuyorum ben, ne diyorsun allah aşkına ya?

-Geçecek diyorum, geçecek.

-İstemiyorum.

-Tamam o zaman.

Mora mahkum odadan bu lafı duyduktan sonra çıktım. İlişki tembelliği hastalığına yakalanmıştık ve birimizin harekete geçmesi lazımdı. Gitmesem olurdu aslında ama marş pedalıma basılmış ve ben harekete geçmiştim. Yeniden aşık olabilirdim, yeniden sevgilim olabilirdi, önüme gelen herkesle düşüp kalkabilirdim ve artık kendimle beraber sevgilimi de düşünmek zorunda değildim. Ben başkası olsaydım mesela, sevgilimle sevgili olmak isterdim. Ona da aşık olurlardı ve o da çok mutlu olurdu. Tembellik yüzünden 10 sene sevgili kalmıştık ve şimdi geri dönüp baktığımda en başa dönmek için geçirdiğimiz bütün mutlu zamanları heba edebilirdim, sadece 10 sene onun sevgilisi olmamak için.

“Tembellik yapma badanacıyı çağır artık” dedim vedalaşırken.


Gülümsedi…

23 Haziran 2010 Çarşamba

lens kutusunun ardından...

Bugün bir lens kutusu buldum.
Dolaba kaldırmıştım, temizliğe gelen Sema "oo iki diş fırçası, oo lens kutusu, sevgilin mi var hadi noolur anlat" dediğinde, güldüm.

Eski sevgilim de diş fırçasını gördüğünde "bana sevgilin olduğunu söyleyebilirsin" deyip kendi kendine kavga edip gitmişti evden. Demedim tabi, taşınırken yok diye almıştım sonra diş fırçamı buldum falan diye.. Neyse...

Ne yapayım bunu dedi Sema, at dedim.

Öyle bir yarım saat geçti sonra birden aklıma geldi. Gülümsedim. Salak dedim.

Lens kutusunun hikayesi şöyle...

Bir çocuk vardı ve ne uzar ne kısalır bir halimiz. Çok güzel yürürdük. Bir şeyler anlatmak kendi kendime konuşmak gibiydi onunla, onun için de güzeldi. Belki de bencilliğimden bu durumu kullanıyordum sürekli... Yalnızlık, kimseyi sevmemek... Bir şekilde iyi geliyordu yani... Kendisi ziyadesiyle takıntılı bir gençti, bazen ürkütücü bazen komik... En belirgin ortaklığımız Beşiktaştı. Başka ne diye sorarsanız bunun kadar net bir cevap veremem. Birde dalga geçtiğimiz şeyler aynıydı galiba, bilemedim şimdi...
İşte bu takıntılı çocuk bir gün bana gelirken lens kutusunu getirmiş. Gördüğümde hayretler içinde kaldım ki kendisi çişini yapacak diye zor kapanan kapıyla savaş veriyordu banyoda, sanki işerken onu izliycem, neyse...
Mesaj atmıştım-bunu günde 300 defa yapıyordum- lens kutunu bende unutmuşsun diye. Evet dedi, bilerek bıraktım bir gün bulursun beni hatırlarsın falan filan... komik romantik bir hikaye yani. Benim hikayem başkaydı ama. Dedim ki yok yok öyle olmaz ben, seni sevgilinle görücem, sonra yanına gidip akşam lens kutunu bende unutmuşsun deyip sabote edicem. Manitasıyla kavga ettiricem, uzaktan da oh canıma değsin yapıcam falan filan...
hep kötülük düşünüyorsun yuh ya demişti ama ben bu hikayeme çok gülmüştüm.

Sonra işte biraz zaman geçti... Hep onu kızdırmak için söylediğim şeyler vardı. Sen şöylesin, sen böylesin... Aslında öyle olmadığına inanıyordum ama heralde böyle de olabilir diye kendimi alıştırıyordum bir yandan da. Hayat pratiğim bu benim. Bir durumun iyisini hep yaşarım ama kötü olma ihtimalini asla unutmam. Bütün kötü senaryoları ezberler, kendime roller biçerim. Öyle olursa böyle davranırım, şöyle olursa şöyle... Yaparımda hep. Hayatım böyle daha kolay.
İşte onu kızdırmak için söylediğim "şey" oldu ona. Korkma, cesur ol demiştim hep üstelik, her şeyde. En kötü karakter karaktersizlikten iyiydi. (teşekkürler 34 KL 463 plakalı kamyon)
Korkak olmasını gerektirecek bir durum da yoktu. En nihayetinde arkadaştık. Öyle birbirimize dokunmadan yapamamak, çılgın seks hayatımız falan yoktu. Dolayısıyla her şey bu kadar makulken, kimse kırılmayacakken, o hep konuştuğumuz karaktersiz korkaklardan olmanın lüzumu yoktu. Öyle şeyler oldu. En çok bana anlatmamasına üzüldüm ki "bugün de donumu değiştirdim" diyecek kadar çok ve saçma sapan şey konuşuyorduk.

"Lens kutusunu at Sema" dedim. İçimden gelerek, o aklıma gelmeden üstelik. Planlar, hikayeler başkaydı halbuki. Ben şimdi ondan özür diliyorum, kendini bu kadar önemli hissettirdiğim için. Böyle davranmaya onu zorladığım için.Pardon.

Attım o lens kutusunu ya, şimdi kendi hikayesini de atabilir o. Öyle değil, olamayacak nasılsa...


İlkokul seviyesinin bir sebebi var.

8 Haziran 2010 Salı

Benim oğlum öldü.

Benim oğlum öldü.
Dokuz kardeşin en gerizekalısıydı.
Anası gibi çok şekerdi.
İlk bir buçuk senemiz; parçalanan tuvalet kağıtları,yenmiş kumandalar, güneş gözlükleri, en sevdiğim ayakkabılarla geçti. Çok akıllıydı. En sevdiğim, en pahalı ayakkabılarımı seçer; onları paramparça ederdi. Muhteşem tüylerini iki gün süpürmezseniz, dizlerinize kadar kıl içinde kalan bir evde yürümek zorunda kalırdınız.
Hayatlarında köpek sahibi olmamış, herhangi bir ŞEYin onları çıkarsız sevmesinin nasıl olduğunu bilmeyen arkadaşlarımız evimize gelmezdi.
O arkadaşlarımız, ağlarken gelip göz yaşlarımı da yalamazlardı zaten. Ağzında top, ağlamayı bırakana kadar sevimlilikler yapmaz; terkedilmiş, depresyona girmiş bir vaziyette yatakta yatarken kalp atışlarınız düzelsin, güzel güzel uyuyun diye de yanınızda yatıp beklemezlerdi.
Her gördüğünüzde; sanki eski bir dostunu kaybetmiş de bulmuş gibi gözlerinin içi parlamaz, sevinmezlerdi.
Oğlum bir kere çok hastalanmıştı.
Bulduğu her çöpe burnunu soktuğu için, karnı ağrıyordu ve muazzam bir tuvalet problemi yaşıyorduk. Ben eve yapması için ona yalvarırken, o her 10 dakikada bir ağlamaya başlıyor, kapıya koşup dışarı çıkmak istiyordu. Gecenin bir vakti sızmış uyurken patisiyle beni dürtüyor ve kalkıp koşa koşa kakasını yapması için dışarı çıkıyorduk.
Dünyanın en mutlu ve en uysal köpeğiydi sanırım. 3 yaşındaydı ve havlamasını 3 kere duymuştuk. Daha güzel suratlı bir köpekte yoktu. Herkesi severdi. Yalakalıkla, yavşaklıkla suçlanıp, iteklenirdi ama sevmeyi hiç bırakmazdı insanları. Eziyet eden çocuklar olurdu mesela, hep konuşurdum. "oğlum, bak 40 kilosun, köpeksin, ısırmıyosun tamam, havlayıp korkut bari, neden kendine bunu yaptırıyorsun?"

***

Çok başına buyruktu, yanınızdan kaçar giderdi..
Akşama kadar arardım, ve bir bakardınız apartman kapısının önünde ağlayarak sizi bekliyor. Sinirden çıldırır, "siktir git araba çarpsın seni öl işalla, ya da çalsınlar da kurtulayım" diye bağırırdım...
Sonra geçen Mart ayında onu ailemin yanına bıraktım. İyi bir arkadaş değildim ve bunun için iyi arkadaşlarım olmuyor diye kabullenmiştim. Ama onu bırakmayı gerçekten hiç istemedim. Babam çok genç bir Alzheimer hastası ve Kemik'i çok seviyordu. Her gün saatlerce yürüyor ve ikisi de bu durumdan çok memnun oluyordu. Kemik'siz olmaya alıştım hemen. Ne olduğu belli olmayan bir hayat yaşıyordum ve onun orda olması işime geliyordu. Muhteşem sorumsuz hayatıma devam ediyor ve onun orada mutlu olduğunu biliyordum. Sabahları uyanıyor, birden onu özlediğimi farkedip doğru Burgaz'a gidiyordum. Beşiktaş maçlarından sonra galibiyet turu atıyorduk beraber. Çöpçü olduğu için, koklayıp ne yediğini tahmin etmeye çalışıyordum "allah cezanı versin Kemiiikkk" bağırmaları eşliğinde. Bunlar bana yetiyordu. Onun bana olduğu kadar iyi bir arkadaş olamadım. Evden giderken camdan bana bakışlarını önemsemedim ve oğlum öldü.
Üç-dört gündür bana halsiz biraz Kemik, kan hapı, vitamin kullanmaya başladık diyen annem ve babam, dün akşam arayıp bir iç kanama geçirdiğini söylediler Kemik'in. Çok sinirlendim, oğluma bakamadınız, yarın gelip alıyorum, Avcılar'a getiricem diye bağırışmalar eşliğinde kapadık telefonu. Sonra ben başka bi durumdaydım. Aslında ağlamak istiyordum, tedirgin olmuştum ama bunu süper eğlenceli bir akşammış gibi apır sapır konuşup ötelemeye, her zaman yaptığım gibi gene bir problemimden kaçarak kurtulmaya çalıştım.
Sanırım gece 3.30 da uyudum ve 11.30 da kalktım. İki gündür böyle tuhaf uyuyup uyanıyorum çünkü normal uyku saatlerim sabah 5 de başlar 9-9.30 gibi biter. Yatak içinde dönüp durdum, yanımdaki kuzenimi uyandırmaya çalıştım, ona şımardım ve sonra telefon çaldı.
Kuzenime "Can, Kemik öldü" dedim."eşşeğin amına su kaçırma yaa, hastayım hayal dünyana" dedi. Telefonu açtım, babam aynen böyle dedi "özgem, güzel kızım, Kemik'i dün akşam kaybettik." Telefonu kapayıp ağlamaya başladım, ağladım ağladım ağladım. Sonra babamı ve annemi ayrı ayrı arayıp, "oğlumu öldürdünüz, allah belamı versin benim size nasıl bıraktım onu" dedim. Onları da içleri çıkana kadar ağlattım.
Arkadaşlarımı aradım, Kemik öldü diye aklını kaybetmiş insanlar gibi onlara da ağladım, bağırdım, çağırdım.
Beni ondan daha çok sevebilecek hiçbir ŞEY olmayacak.
Kendimden bir nefret ediyorsam, artık iki nefret ederek yaşayacağım ve en son Burgaz'dan gelirken, peşimde topuyla koşuşturan, şımaran güzel oğlumu sevmediğim için kendimi asla affetmeyeceğim.
Halbuki her hatamın bedelini ödedim, kimseye verilecek hesabım yok kendimi affediyorum ekolünün temsilcisiydim.
Diğer her şey gibi, bu da döndü dolaştı götüme girdi.
Benim oğlum da böyle öldü.
Öldü, valla...

20 Nisan 2010 Salı

an

Bir gün, bir yerde acayip bir şey olur. Önemsemeden, gülümseyerek geçer gidersin.
Ayağına bulaştığını farkedemezsin.
Saçma, birbirine asla benzemeyen hayallerinin ya da felaket senaryolarının içine istemeden iliştirirsin ama...
Gözlerini kapayıp, kafanı sallarsın bi. "dur bakalım güzel kızım, napıyosun bi kendine gel" dersin.
Sonra gülümsersin. O anı hatırlayarak.O önemsemediğin, o üstünde durmadan koşar adım ilerlemeye kalktığın o anı.
Her önüne gelene "sana aşık oldum" demelerin, arkadaşlarına "yarın evlenelim dese, 1 saniye düşünmem" ağlamaların, "baharı bekliyorum manita için" avamlığın, sağlı sollu seri tokatlar halinde gelir.
Hastalıklı, histerik, uzun bir aşk geçmişin olduğu için aşık olsan anlayamayacak durumdasındır üstelik. İnançsızlığını ilan ederek, evreni olumsuz koşullandırdığını düşünecek kadar acıklıdır halin.
Şiirler yazılan, çok sevilmiş o kızlardan olmadığını bilerek, önemsememeyi kendine öğretip, türlü yüzeyselliklerin içinde kalmayı seçmişsindir. Böyle güçlü olmuş, böyle hafiflemişsindir.
Onun için çok salaksındır. Üzüldüğün zaman üzülmeyi becerememiş, bunu söyleyememiş ve bunun senin aydınlanman olduğunu 18 yaşında anlamsız bir gururla kendine söylemiş, en büyük yalanını kendine atmışsındır.
Düşündükçe sinirlendiğin o kızı suçlarsın. Her şey için. Başarısızlığının sebebi o kızdır ve o kız artık sen değilsindir.
Yarım kalmış hikayelerin vardır. Düzensizliğinden böyle olduğunu değil de, yarım kalmış hikayelerin yüzünden düzensiz olduğunu söyleyen arkadaşların vardır birde.
Her acıklı hikayenin zavallı karakteri olmaya and içmişsindir.
Hayallerinde bile sevdiği adamı sevdiği kadına el sallayarak yollayan, hep birileri için terkedilmiş, gerizekalı olmuşsundur.
Ayrılık sahneleri aklına geldikçe gülümsüyorsundur.
"Ne güzeldi en son birbirimizi bırakışımız o otobüs durağında!"

Şimdi o kaçabilirsin ama saklanamazsın anı, pat diye bir oyuncu değişikliği yapmıştır. 90+2 de girdi oyuna, şimdi maç bitiyor şakalarına tüm iki yüzlülüğünle bir tek sen gülersin.
Kalma ihtimalini asla düşünmezsin. O, sen olsan kalmazsın çünkü!
Birine yolda gülümseyip selam verdikten sonra, yürümeye devam ederken hala gülümsediğini farkedip esas duruşa geçeceksindir ve buna eminsindir.
Halin çok acıklıdır.
O "an" ayağına takılıyordur.
İpi çözülmüş ayakkabını bağlamak yerine, düşmemek için ayağını aksata aksata yürümek karakterin olmuştur ve düşene çok gülersin, hep gülersin...
Bitti.

7 Şubat 2010 Pazar

yalnızın yanlışlığı..

"yanlışın yalnızlığıdır
yalnızın yanlışlığı.."


Gözlerimi kapatıp -ben imkansız aşklar için yaratılmışım şarkısını rahatlıkla söyleyebileceğim bir adamla- kendimi Gökova' da düşünüyorum. Aşkımız imkansız, başka birini seviyor o, keza ben yıllardır bir başkasını.. Ama o an, orada birbirimize aşığız. Ordayız. Ne yanlışlığımız umrumuzda ne de gelecek günlerin nasıl büyüüükkk sıkıntılar yaşatacağı.

Kış ortası, sürekli üşüme halindeyiz doğal olarak. Ben ilk defa sürekli yağan yağmurla barışmışım, onu bile seviyorum. Kafamı kaldırdıkça "o"nu görüyorum. Benimle ilgilenmesin çok, hayal kurmama müsade etsin. Ben o yanlış halden muhteşem hikayeler uydurayım, çoluk çocuk uğraştığımızı göreyim..sonra hemen en kötüsünü düşünüp -ve olması en muhtemelini- "ulan bu da bitecek" deyip, zamanın keyfini çıkartamama kızıp tekrar ne kadar birbirimiz için yaratıldığımızı düşüneyim.

Sık sık sevişelim ayrıca. Seks tatili olsun bu. Kitap okurken uyuyakalalım. Ben bir beş çocuklu halimizi düşüneyim, bir de döndükten sonra bu işi bitir direktifleri vereyim kendi kendime. Tutunamama sebeplerimizi anlatalım. İşinden bahsetsin bana sürekli. Can Yücel tarzını hiç kaybetmeden anlatsın bütün coşkusunu. Kedi gibi dinlemezsem adiyim!!

Bu an hiç bitmesin eyyy yumurtaya can veren rabbim ler geçireyim içimden. Dudaklarım mosmor olsun öpüşmekten, sık sık gülelim birde. Her bu dağ bayır hayatı canıma yetti, bu mevsimde ne işimiz var burda diye düşündüğümde sevişmeye başlasak, deli olma kızım içine sıçma bir şeyin diye kızsam kendime.

Her güne bir alkol güzellemesi yapsak, uyuşturucu serbest olsun sohbetleriyle süslesek ve her gecenin kapanışı muhteşem olsa.

Öpüşerek uyansak-evet öyle şeyler yaşadım bende- hatırlasam güzel olduğunu..

Sarhoş olup denize girmece iddiasına tutuşsak.. Tekila içmemi engelle dedim sana benim migrenim var diye kavga çıkarsam, her şey toz pembe olmasa...

Sonra ikimizde hiç bitmesini istemiyoruz desek, dönmemek için bahaneler üretsek fakat hiç bulamasak..

Eve gelsek en sonunda. Bir rehavet çökse üstümüze. Ben ağlamamak için saçma sapan konuşsam, onun canı sıkılsa. Ne güzeldi diye konuşarak, sarılarak uyuyakalsak o son akşam..

Kahvaltı etmeden gitmesini istemem sabah, ama etmezse de edelim diyemem. Eşyalarını ayırıp, gitmeye hazırlandığında içimden inşallah önemli bir şeyini unutur diye geçirsem.

Biraz sonra muhteşem egom devreye girecek, çık aradan allahın cezası gene saçma sapan konuşturacaksın beni diye dişlerimi sıksam.

Öpüşüyoruz artık.. Birazdan çıkacak evden ve kuvvetle muhtemel bu sersemlik benim olabilecek bütün ilişkilerimi iki sene rahat etkileyecek.

Ararım diyecek. Muhakkak arayacakta. Mesajlaşacağız sık sık. Bir gece hadi kalk yürüyelim diyecek. Tabiki Dolmabahçeye yürüyeceğiz. Belki fındıklı parkında otururuz. Şarap alırız tekel açıksa. Anlatmaktan yorulsak. Eğer bu kadar güzelse neden olmuyor diye düşünsek. Ben ağlamamak için iyice saçmalasam, saçmaladığımı anlasa, sussa o da. Ah bir konuşmasa..

Evin önünde vedalaşacağız artık, sevişmek istiyorum ama yukarı çıksana diyemem, gelmesi lazım. Sımsıkı sarılsa, tekrar ağlamamak için yaa şişirme ama bee, hadi git yarın erken kalkacaksın desem, dedikten hemen sonra kendime sövsem, sus çenen kopsun, gerizekalı sus her şeyde konuşma desem-kendime-

Nasıl olacak peki dedi? Kapı önü sorusu mu bu şimdi? Ne diyeyim, ne anlatayım ben sana.. Sen ben olsak mesela, onca senelik sevdiğimiz insanlarımız olmasa, arkadaşlarımız ailelerimiz olmasa süper olur valla mı diyeyim. Biz olacağı biliyorduk, teşekkür ederim her şey çok güzeldi, kendine iyi bak! Bunu mu dedin yani gerizekalı kız? Bu mudur yani? Desene ben şu an her şeye kafa tutabilirim, desene eşşekler gibi aşık oldum, desene!! Teşekkür ederim neymiş ya, o ne demek, üstüne para ver bide memnun kaldım arkadaşlarıma tavsiye edicem de!!
Ne yapayım ağzımdan onlar çıktı. Artık geri alamam sözlerimi, kıvırma payı da yok, gözlerim gözlerinde ağzından çıkacak lafları bekliyorum. Tamam dedi. Nasıl yani? Tamam ne? Hala bir şeyler demesini bekliyorum, ulan bir cümle kur pezevenk tamam ne?? Tamam sözüne hazırlık yapmamıştım geçen saniyelerde öyle kalakaldım.. Ney dedim? oh be ağzımdan bir şey çıktı, "ney??" İkna edemedik birbirimizi dedi. Senin pek niyetin yoktu gibime geldi diye cevap verdim hemen,tüy kondurdum. Bunca konuşmadan sonra bana bunu mu söylüyorsun dedi. Artık ağlamama ramak var, bir şeyler saçmalayıp, az hasarlı apartman kapısından girmem lazım. Sana uyuyorum neyse iyi bak kendine deyip içeri atıyorum kendimi. Ağlamak görün lütfen. Hayal edin. Film gibi, kapı arkasına çökmüş ağlamalı bir sahne olsun lütfen hayaliniz.

İlk iş olarak telefon kapanır benim depresyonlarımda. Aradığınız kişiye asla ulaşılamaz.. Uyuyamıyorum. Hangi arkadaşıma yük olsam, onun içini karartsam onu da bilemiyorum..

İki ay geçti.. Artık telefonum açık. Arasa.. Kapalı olduğunu görse.. E bir şey söylemek istese kapıya gelirdi. Kapalı olduğunun bile farkında değil mi acaba telefonumun aylardır. Kim aramış, seni seviyorum, lütfen bana güzel mesaj at. Bekle bekle.. Gelmedi.

Bu akşam dışarı çıkıyorum. Dans dans dans.. Hazırım, güçlüyüm, yıkıldım ama ölmedim ulan.

Beyoğlu silme kafa gözüküyor gözüme. Yürüyorum dar bir sokakta. Arkadan bekleme yapmayın beyleerr diye bağırasım geliyor. Mekana girdik, yeehuuu. Sırf kaltaklıktan gözlerim felfecir okuyor. Eğer olduğum yerin ters yönüne bakmasam, göz göze gelmeyeceğim. Gelmeyecektim. Diz titremesi diye bir şey var hala. Hele topuklu ayakkabı giydiyseniz iki kere etkili. Gördü mü? Göz göze geldiniz, kör mü? Yanında kim var, kız orda mı? Tuvalet tuvalet, derhal.

Klozet üstünde geçen beş dakika. Kendini maymun edeceksen git burdan, e herkesinde içini yedin buraya getirmek için, dur makul ol telkinleri.. El yüz yıkama.. Çık arkanı asla dönme. Fingirdeyeceksen de bunu payına düşen 180 derecelik açıda yap.

Tuvalet kapısından çıkar çıkmaz.. orda!!!
Artık ağlıyorum. Sıçarım böyle işe..
Bildik koku, bildik sarılış..
Ağlama dedi, seni çok özledim. Bunu kendin istedin, şimdi bana böyle yapma! Ah konuşabilsem neler diyeceğim, ama ya salyalarım. Tekrar tuvalete kaçtım. Salağa bak yaa sen istedin diyo bana, ulan bunlar beni hep kandırıyo bee gerizekalısın sen kızım, kim sana akıllısın dedi kim seni böyle sandırdı, allah belası versin diyorum içimden. Tuvalette bide karıların bakışlarına maruz kal. Hay allahım!!

Kapıda olmasını umarak ama kendime bile umarım değildir diyerek çıkıyorum tuvaletten. Nerdesin, nooldu lan soruları. Ben gidiyorum eve, bu akşam benden cacık olmaz deyip, üstüne birde bir sürü trip yiyip, asla kafamı çevirmeden çıkıyorum dışarı.

"yiyakşamlaarr" sesi. Dönüyorum, o. Sevgilisi evet sevgilisi olmalı, gülerek yüzüme bakıyolar şu an, size de diyorum. Sik vardı, aferim. Gülümseyip hızla yürümeye çalışıyorum. Bekleme yapmayın beyler bu sefer gerçekten!!

Takside ağlamak olmaz eve gidene kadar dudaklarını ye kızım, öyle şeyler yap. Mesaj, evet mesaj geldi. "Sersem".. pardon???

Daha aşşaalık olma rica ederim kızım, hadi.. git yat.. yarın bu hikaye bitmiş olarak kalk.
Eee hani hayaldi bu, ben kuruyordum güzel gidiyordu, nooldu??

Benden çok iyi metres olur.
Tam metres olacak kızım valla.

...

5 Şubat 2010 Cuma

you may not be her first..


You may not be her first, her last, or her only. she loved before she may love again. But if she loves you now, what else matters? She's not perfect - you aren't either, and the two of you may never be perfect together but if she can make you laugh, cause you to think twice, and admit to being human and making mistakes, hold onto her and give her the most you can. She may not be thinking about you every second of the day, but she will give you a part of her that she knows you can break - her heart. So don't hurt her, don't change her, don't analyze and don't expect more than she can give. Smile when she makes you happy, let her know when she makes you mad, and miss her when she's not there.



BOB MARLEY.